Evet, gitmeden önce
baya bas bas bağırdım şu kadar gün kaldı gideceğiz, gittik ha vardık bilmem ne
diye… Gittik. Gittik de n’oldu? Allah aşkına Kıbrıs 2 sene önce de aynı yerdi 5
sene önce de. Yahu bir gram mı yenilemez insan bir ülkeyi? (Bak ülke yazısının altını çiziyorum çünkü hala bunu
kavrayamamış insanlar var.)
Gitmeden önce,
havaalanında uçağı beklerken son kahvemi içtiğimi bilmiyordum! Son starbucks
kahvemdi, ama ben bir hafta boyunca kahvesiz kalacağımı düşünmemiştim, niye
öyle oldu bende bilmiyorum. Hala düşündükçe ağlayasım geliyor. Neyse ki o
sorunu da döndüğüm gün çözdük.(Starbucks’ta
kahvem ile uzun süreli bir aşk yaşadık da.)
Misal, diğer ilginç bir
olay da yaz tatiline gidiyoruz değil mi? Yaz tatilinin en önemli unsuru
dondurmadır yani. Sıcakların tatlısı. Ben bir kez bile yemedim! Onu da
bilmiyorum neden. Bir kez bile canım çekmedi. Zaten yemeye kalksam muhtemelen
bir magnum 7 lira falan olacaktı. Orada hayat öyle pahalı ki… Yani turiste
pahalı aslında… Mesela bir restorana gidiyorsunuz, et yemekleri (bi de kuzudan başka bir şey vermemeleri adamı deli
ediyor! Yahu kuzu yemek istemiyorum kardeşim ben!) 25 ila 40 lira arasında değişiyor. Kuzu
çevirme 36 lira falan. Sanki kuzuyu satın alıyoruz. Telefonla haberleşme de
öyle. Turkcell –orada nam-ı
değer Kktcell kendileri- ağzıma
etti bıraktı. 20 lira ile gittim -0,48 ile döndüm! 1 MB internet kontörlü hatta
24,6 lira iken faturalı hatta 2 lira falan? Oldu mu şimdi arkadaş ya?
Neyse biz gittik
kalacağımız otele--Acapulco Resort Convention Spa adı da--çok sevgili annem
normalde apartmanda yaşadığımız için bungalov da çiçeklerin böceklerin arasında
kalmak istedi. Biz otele 12 de falan vardık, odayı 14 bilmem kaçta verdiler. Verdikleri oda da Mersin dolaylarındaydı, havuza
ve restorana yürümek üç gününü alıyordu insanın. Küçücük oda da anca bir gün
dayanabildik zaten. İki kez klima bozuldu ve gece sıcakta uyumak zorunda kaldık.
Annem zengin oldu ve ben her zamanki gibi “If i was a rich girl” söylemeye
başladım. İlk akşam anca casino bize iyi davrandı. Normalde beni almamak için
bin bir takla attıkları yere elimi kolumu sallaya sallaya girmem iyi oldu bu
sene. Yani sırf pahalılıktan, orada her şey bedava; içtiğin su, s*çtığın b*k…
yoksa otelde bunların hepsine ayrıca para alıyorlar. İnternet bile ücretliydi
ya! Yoksa bu yazıyı orada da yazardım ama fazla vaktimiz yoktu ne yazık ki.
Annem, ilk gece
kazandığı paranın küçük bir kısmı ile bizi otel odasına aldırdı ertesi sabah,
anca o kadar dayanabildik çünkü. Otel odası benim tatil hayatımdaki dönüm
noktası oldu. Her zamanki gibi televizyona bakan yatağa geçtim. Zaten tatil
boyunca tüm yaz dizilerine başladım, sorsanız hepsinin konusunu oyuncularını
kanallarını falan söyleyebilirim.
Otel ne yazık ki çoluk
çocuk doluydu. Herhalde otelde en çok nefret ettiğim durum bu oldu.
“Annieneieneiene” diye ağlayan o kadar çok kafa vardı ki… Koridorda, havuz
başında, kumsalda, yürüyüş alanlarında, lobide ve en kötüsü de yemeklerde. Ya
aslında çocukları da severim ama bazı aileler çocuk bakma konusunda baya
başarısızlar. Kendi çocukluğum ile kıyaslıyorum, diyorum "Ben hiç böyle
bir tip değildim, benim annem babam hayatta böyle davranmama izin
vermezdi."
Allah’ım, bir akşam
resmen açık büfenin önüne 2.80 yüzüstü pozisyonda yatmış bir çocuk vardı 4-5
yaşlarında. Elinde bir oyuncak… Adam yatmış öylece, kaldıran falan yok. Artık
napıyorsa, yemek yemeyeceğim diye protestoya mı girişti ne oldu bilemiyorum ama
beni deli ettiği kesin. Bunlardan yaklaşık 300 tane falan vardı işte, yaş yaş,
cins cins, boy boy! Katlanılabilir oldukları tek yer mini disco idi. Orda da
ben 6 yaşındayken çalan şarkılar çalıyor hala.
Sanırım yemek konusu
açılmışken Kıbrıs’a gittiğimde ne kadar kilo aldığımdan bahsetmeme gerek yok.
Bildiğiniz göbek yaptım, o incelttiğim belim geri çıktı. Ama değdi! Müthiş
yemekler yedim yani otele dair en güzel şeydi yemekler. Sanırım her öğün
patates yemem –evet
kahvaltılarda da yedim- kilo
almada baya etkili oldu. Dünyanın en güzel patatesine sahipler. Ölmeden oradan
patates yiyin. Yaşasın Kıbrıs patatesi!
Sevgili annem benim
bavulumu hazırlamakta çok ısrar etmişti, plaj terliklerimi unutmuş sonra. Ben de
spor ayakkabıyla plaja gitmek zorunda kaldım 2 gün. Sonra ablamla Girne’ye
indik bir akşam, yahu ölü bir yer orası! Ne müzik var ne disko ne bir şey.
Terlik alacağım açık mağaza bile yok daha saat 8 falan. Anca Nil Karaibrahimgil
konseri biletlerini alıp döndük. 25 liraya hem de! İnanılmaz ama gerçek, etkinlik bileti denilen şey ucuz orada!
Ertesi gün (10 Ağustos Çarşamba), gündüz annemle birlikte de gittim, Allah’tan
Adidas mağazasında ayağıma uygun bir terlik bulabildim. Camdan ayakkabısını
bulmuş külkedisi kadar sevinmiştim o zaman inanır mısınız? Dönerken toplu taşıma
kavramları pek gelişmediği için o kazık taksilere binmek zorundaydık gene.(Otelle Girne arası gündüz tarifesinde 24 gece
tarifesinde 30 falan yazıyor. –evet hala tarife falan kullanıyorlar-) Neyse, işin komik yanına geleyim biz durağa
gittik annemle, orada bir grup erkek muhabbet ediyordu, annem seslendi “Sıra
kimde acaba?” diye. Sonra duvar dibinde oturan sarışın taş gibi kıvırcık saçlı
dövmeli abla kalkıp “Şu araç, buyurun.” demez mi? Biz annemle birbirimize bir
bakış atıp tin tin taksiye bindik. Kızcağız bizi müthiş güzel bir şekilde –eli viteste araba kullanıyor bu arada, erkek gibi
tripleri falan- otele
götürdü. Baya etkilendim ama öyle böyle değil, valla orada kızlara hayat güzel!
Döndükten sonra o gün
fitness salonuna gideyim dedim. Zaten ilk oradaki aynalarda fark ettim göbek
yaptığımı. Fitness salonuna giderken geçtiğim koridorlar ise beni benden aldı.
Spa merkezinin içindeymiş meğersem. Bildiğiniz şu filmlerdeki gibi mumlarla
aydınlatılmış tütsü kokan bir koridorda ilerleyerek gittim salona. Her açık
kapının içine baktım, üzerinde kuğu şekline getirilmiş havlular ve çiçeklerle
bezenmiş masaj yatakları vardı. Gene içeride de mumlar yanıyor. Ama ben oradan
geçerken masaj yaptırmış kadar olmuştum zaten. Bildiğin fitness salonuna değil
de, nirvanaya ulaşacakmış gibi hissetmiştim yürürken. Sonra 15 dakika spor
yapabildim anca. Çünkü terden ve yorgunluktan yerleri yalıyordum. İçimden
“Başlarım böyle işe! Tatile mi geldim, eziyet çekmeye mi” dedim. Bi daha da
gitmedim valla. Ama o koridordan bi kaç kez daha geçtim durup dururken =D
Sonraki gün (11 Ağustos Perşembe) babamın doğum günüydü ve ben daha babamla
telefonda 1 kez ve 30 saniye falan konulabilmiştim. Zaten vicdanım çok
rahatsızdı, gergindim, babamsız tam da adamın doğum gününde tatil yapıyoruz diye.
Arayalım arayalım diye tutturuyordum ama annem daha uyanmamış olacağını iddia
ederek beni kekliyormuş meğersem. Bir ara ortadan kayboldu işim var odada diye.
Anlamadık biz tabii, herhalde tuvalet için gitti falan dedik. Tam ablam sırtıma
güneş kremimi sürer iken, annem göründü. Şemsiyelerin altında ise dünyada başka
kimseye ait olamayacak bir göbek. İçimden “bu göbek ancak bir kişiye ait
olabilir” dedikten sonra “Babaaaaaa!?!?!?!” diye çığlığı bastım. Birden ‘Sinan
Çetin ile Film Gibi’deymişizcesine koşmaya başlayarak üzerine atıldım
adamcağızın, baya duygu seli oldu orada tabii, herkes bize bakıp iç çekti.
Sanki 10 yıldır görmüyor da, babasını yeni bulmuş gibi olmuştu. Ama ne yapayım?
Adamın doğum günüydü, gelince ben de heyecanlanmıştım.
Babam geldikten sonra
annem onun odasına taşındı ^^ .
Ve ben de nazikçe televizyonu bahane ederek ablamı tek kişilik yatağa gönderdim.
Ama öyle bir duygu idi ki anlatamam, odada klima açık, ben çift kişilik yatakta
tek başıma bir elimde kitabım öbür elimde kumandam koca koca yorganın altında
yatıyorum. Valla en çok özleyeceğim durumlardan biri de o. Her şey iyi güzeldi
de bi de Brad Pitt, yatağın ucuna ilişmiş bir şekilde bana karpuz yediriyor
olsaydı (valla başka niyetim yok sadece karpuz yani) daha
iyi olurdu.
Bazen akşamları popomu
yaya yaya yatmaya ara verip, annemlerin yanına casinoya indim. Belki bir şeyler
yerim içerim diye. Arada tuşlara basmadım da değil hani. Jackpotları az çok
çözdüm gibi. Sağ olsun babacığım integral-türev anlatır gibi anlattı bana
‘lines’ları ‘bet’leri. Gerçi integral-türev daha kolaydır ya, neyse. Jeton
atılarak oynanan eski tip makineler var. Onlar bana baya gıcıktı. Kaç tane
jetonumu yediler alçaklar! Bir tanesinin kolunu bozdum sonra ben de. Neyse ki
her zamanki gibi babam devreye girip halletti. Bir de bu casinoda insanlar bir
tuhaf. Bildiğin ayaklarını uzatarak oturup, bir eliyle jackpotun tuşuna
basarak, diğer eliyle erkeklik organını hoyrat bir biçimde düzelten tipler
falan var. Zaten görevli adamları çağırmak için “mucçk mucçk” diye ses
çıkardıkları bir ortamdan ne beklersin ki?
Bu öpücük atılan
adamlardan birisi ablama Türkçe olarak “Rus musunuz?” diye sormuş bir kere.
Gerçekten ben olsam ne yapardım acaba o durumda. Gülsem mi, ağlasam mı?
Nil konseri çok
güzeldi. Gördüğüm en modern amfitiyatro da, hayatımdaki en samimi konseri
izledim. Nil baya eğlendirdi bizi, zaten şen şakrak bir kız. Bir ara seyirciye
karıştı falan. Canım yerim ben onu.
Pazar günü gene Karpaz
turuna gittik. Daha önce de gitmiştik. Kıbrıs’ın uç bölgesi. Denizi şahane.
Caretta carettalar falan çıkıyorlar. Gerçi bizim gittiğimiz gün dalgalıydı
deniz. Başıma neler geldi sormayın. Dalgalar öyle bir çarpıyor ki… Acemi
birinin sörf denemeleri yapabileceği kapasite de dalga vardı. Bir ara bikinimin
altı açıldı. Allah’tan düştüm de kimse benim koca popomu görmedi. Düşmeseydim
baya afişe olmuştum yani öyle böyle değil. Onu da ucuz atlattık neyse ki.
O gece ölü gibi
uyuduktan sonra ertesi gün dönüyorduk zaten (15 Ağustos Pazartesi). O gün odayı 1 de boşaltmamız gerekiyordu.
Bavulları taşıdım odadan lobiye. Zaten o ara karar verdim bellgirl’lük yapmaya.
Baya iyiyim çünkü o işte. Bavulları trafik canavarı gibi sürsem de
başarılıyım. Valla para kazandıran bir iş ise yaparım seneye yazın. O sabah
waffle kokan son pancakeimi yerken baya kötü hissettim kendimi. Öğlen de son
patates püremi yedim. Sonra yan masada ağlayan çocuk gittiğime mutlu olmama
neden oldu tekrardan. Saat 5 buçuk gibi havalanına geldik. Dünyanın en berbat
havaalanı Ercan sanırım. Geliş-gidiş tarifelerini, “eski msdoslu bilgisayarlara benzeyen tvlere” yazdıkları bir havaalanı. Küçücük bir yer.
Buna rağmen Adana’ya gidecek uçağa “6 kez” “son” çağrı yapılan bir adam vardı.
Adı da Nezar’dı adamın. Abicim zaten 15 dakikalık yol gideceksin yani geç
kalacak ne var. 2 oda bir salon boyutunda bir havaalanı zaten orası.
Çok sevgili
İstanbul’umuza döndüğümüz de medeniyete döndüğüm için baya mutlu oldum. Uçak
inince gene alkışlayan tipler vardı. Ablama dedim “Şunu niye yaparlar orada ki pilot kim bilir günde
kaç defa indiriyor kaldırıyor.” Sonra
baya bir güldük lafıma. Yani mecazi anlam bir yana, haklıyım.
Son diyeceğim, eğer bir
arkadaş grubunuz yoksa ve kumar sevmiyorsanız gitmeyin Kıbrıs’a. Sıkıcı bir
yer. Ben de bir daha gitmeyeceğim zaten. Otobüs yolculuğuna hasret kaldım baya.
İçimde ukde oldu hatta. Seneye mutlaka yapacağım. Uçak iyi güzelde, çabuk
bitiyor. Ben hevesimi alamıyorum. Belki interraila gitmek kısmet olur da onu
anlatırım, olmaz mı?