28 Ocak 2012

Beni mutlu eden şeyler


  Hazır finallerim, bütünlemelerim, cartım curtum bitmişken hemen bir yazı yazayım dedim. Sonra acaba ne yazsam ne yazsam diye düşünürken uykum geldi. Sonra da bu başlığı buldum. Şimdi, aradaki bağlantıya geçiyorum.

  1)Uykumun geldiği anda bu başlığı bulmam tamamıyla şu hayatta beni en mutlu eden şeyin uyku olmasından kaynaklanıyor. Bıraksanız günlerce yatakta kalabilirim. Hiç sıkılmam, vicdan azabı da çekmem! Bir tuvalet molası için kalkarım herhalde. Tabii bir de işin yemek kısmı var. O da şu hayatta en sevdiğim 2. şey. Gerçi yemek yemek, yatak içerisinde gerçekleştirilebilecek bir eylem. O yüzden yataktan çıkmamız gerekmiyor.

  2)Yapmayı sevdiğim şeylerden bir diğeri de kitap okumak. Yazmak da olabilir. Bence bu iki aktiviteyi de herkesin yapması gerek. Neden diye sormayın, yazmak da okumak da insanı rahatlatacak şeyler… Yapan bilir.

  3)Yürümek! Öyle spordu, bilmem neydi hiç kasmaya gerek yok. Güzel ve sakin bir yürüyüş beni çooook mutlu edebilir.

  4)Mantı! Yaprak sarma! Kesinlikle beni çok mutlu ederler! Bunların birleştiği ortak nokta ise yoğurttur. Bence tüm olay yoğurtta da, neyse!

  5)Çikolata! Waffle! Çikolata kaplı çilek! Bak söylerken bile ne güzel görünüyorlar göze… Gerçekleri bambaşka bir güzel…

  6)I-pod’um! Ah ah… Canım I-pod’um… Biz çok mutluyduk onunla birlikte. Apple markasına dair saygı duyduğum tek şey ‘I-pod classic’tir benim! Kendisi birkaç hafta önce bozuldu. Beni yalnızlığa mahkûm etti. Bir tanecik arkadaşım. Param olana kadar da yenisini alamıyorum. Hatta param olsa bile I-pod classic’i artık bulmak zor…







  7)Makyaj malzemeleri ve ayakkabılar! Böyle mağazaların önünden geçerken duruyorum. Farların ve ojelerin dizilimindeki renk uyumuna bakıyorum. Ne güzeller ya. Böyle sebepsiz yere mutlu olma duygusu oluşuyor bende. Hoş bir şey. Ayakkabılar ise; bazılarını giyemesem bile ağzımın suyu akarak baktığım eşyalar. Hele de giyen kişi hakkını vererek giyiyorsa… Ben spor ayakkabı kızıyım. Ayağımda spor ayakkabı varken mutluyum. Ama topukluyu giymeyi bilene de saygım var. Böyle paytak paytak yürümüyorsa iyi güzel, ama bu konuda beceriksiz olup ısrarla giyen o kadar çok kadın var ki…

  8)Sınavdan iyi not almak! Hazır az önce bu anı uygulamalı olarak yaşamışken yazayım dedim. Yazının başında finaller bütünlemeler bitti demiştim. İnsan bu kadar çabadan uğraştan sonra yüksek not alınca böyle bir ifade oluyor suratta. E tabii mutluluk da cabası…





   9)Dizi izlemek! Elimde koca bir tabak abur cuburla dizi izlemek kadar huzurlu bir olay daha yoktur herhalde. Böyle ayaklarını uzatıp pişkin pişkin ekrana bakmak… Duruma göre küfretmek ya da aptal aptal sırıtmak… Eminim ki bir şey izlerken tek laf yetiştiren kişi ben değilimdir.


  10)Hayvanlar! Açıkçası sevimli yüz hatları olan hayvanları severken amaçsızca bir mutluluk oluyor içimde. Böyle 5 yaşından gün almakta olan bir kız çocuğunun çıkardığı sesleri çıkararak onları sevmeyi çok seviyorum. (Akuçukuçukuçu, bıdıbıdıbıdı vb…)



  11)Ve mutlu olan insanlar. Sanırım çevremde biri mutluyken, benim ne kadar bir sebebim olmasa da mutlu oluyorum. Kişiyi tanıyıp tanımamam önemli değil. Bir kafede otururken karşı masadan biri kahkaha atıyorsa, ben de onunla birlikte kıkırdıyorum olduğum yerde. Ya da bir arkadaşım kendisiyle ilgili mutlu bir şeyi anlatıyorsa, benim suratımda şu ifade oluşuyor;



Benim aklıma gelen bunlar şimdilik sanki. Acaba sizi neler mutlu ediyor..

6 Ocak 2012

Bir Yaz Tatili Analizi

Evet, gitmeden önce baya bas bas bağırdım şu kadar gün kaldı gideceğiz, gittik ha vardık bilmem ne diye… Gittik. Gittik de n’oldu? Allah aşkına Kıbrıs 2 sene önce de aynı yerdi 5 sene önce de. Yahu bir gram mı yenilemez insan bir ülkeyi? (Bak ülke yazısının altını çiziyorum çünkü hala bunu kavrayamamış insanlar var.)

Gitmeden önce, havaalanında uçağı beklerken son kahvemi içtiğimi bilmiyordum! Son starbucks kahvemdi, ama ben bir hafta boyunca kahvesiz kalacağımı düşünmemiştim, niye öyle oldu bende bilmiyorum. Hala düşündükçe ağlayasım geliyor. Neyse ki o sorunu da döndüğüm gün çözdük.(Starbucks’ta kahvem ile uzun süreli bir aşk yaşadık da.)

Misal, diğer ilginç bir olay da yaz tatiline gidiyoruz değil mi? Yaz tatilinin en önemli unsuru dondurmadır yani. Sıcakların tatlısı. Ben bir kez bile yemedim! Onu da bilmiyorum neden. Bir kez bile canım çekmedi. Zaten yemeye kalksam muhtemelen bir magnum 7 lira falan olacaktı. Orada hayat öyle pahalı ki… Yani turiste pahalı aslında… Mesela bir restorana gidiyorsunuz, et yemekleri (bi de kuzudan başka bir şey vermemeleri adamı deli ediyor! Yahu kuzu yemek istemiyorum kardeşim ben!) 25 ila 40 lira arasında değişiyor. Kuzu çevirme 36 lira falan. Sanki kuzuyu satın alıyoruz. Telefonla haberleşme de öyle. Turkcell –orada nam-ı değer Kktcell kendileri- ağzıma etti bıraktı. 20 lira ile gittim -0,48 ile döndüm! 1 MB internet kontörlü hatta 24,6 lira iken faturalı hatta 2 lira falan? Oldu mu şimdi arkadaş ya?

Neyse biz gittik kalacağımız otele--Acapulco Resort Convention Spa adı da--çok sevgili annem normalde apartmanda yaşadığımız için bungalov da çiçeklerin böceklerin arasında kalmak istedi. Biz otele 12 de falan vardık, odayı 14 bilmem kaçta verdiler. Verdikleri oda da Mersin dolaylarındaydı, havuza ve restorana yürümek üç gününü alıyordu insanın. Küçücük oda da anca bir gün dayanabildik zaten. İki kez klima bozuldu ve gece sıcakta uyumak zorunda kaldık. Annem zengin oldu ve ben her zamanki gibi “If i was a rich girl” söylemeye başladım. İlk akşam anca casino bize iyi davrandı. Normalde beni almamak için bin bir takla attıkları yere elimi kolumu sallaya sallaya girmem iyi oldu bu sene. Yani sırf pahalılıktan, orada her şey bedava; içtiğin su, s*çtığın b*k… yoksa otelde bunların hepsine ayrıca para alıyorlar. İnternet bile ücretliydi ya! Yoksa bu yazıyı orada da yazardım ama fazla vaktimiz yoktu ne yazık ki.

Annem, ilk gece kazandığı paranın küçük bir kısmı ile bizi otel odasına aldırdı ertesi sabah, anca o kadar dayanabildik çünkü. Otel odası benim tatil hayatımdaki dönüm noktası oldu. Her zamanki gibi televizyona bakan yatağa geçtim. Zaten tatil boyunca tüm yaz dizilerine başladım, sorsanız hepsinin konusunu oyuncularını kanallarını falan söyleyebilirim.

Otel ne yazık ki çoluk çocuk doluydu. Herhalde otelde en çok nefret ettiğim durum bu oldu. “Annieneieneiene” diye ağlayan o kadar çok kafa vardı ki… Koridorda, havuz başında, kumsalda, yürüyüş alanlarında, lobide ve en kötüsü de yemeklerde. Ya aslında çocukları da severim ama bazı aileler çocuk bakma konusunda baya başarısızlar. Kendi çocukluğum ile kıyaslıyorum, diyorum "Ben hiç böyle bir tip değildim, benim annem babam hayatta böyle davranmama izin vermezdi."

Allah’ım, bir akşam resmen açık büfenin önüne 2.80 yüzüstü pozisyonda yatmış bir çocuk vardı 4-5 yaşlarında. Elinde bir oyuncak… Adam yatmış öylece, kaldıran falan yok. Artık napıyorsa, yemek yemeyeceğim diye protestoya mı girişti ne oldu bilemiyorum ama beni deli ettiği kesin. Bunlardan yaklaşık 300 tane falan vardı işte, yaş yaş, cins cins, boy boy! Katlanılabilir oldukları tek yer mini disco idi. Orda da ben 6 yaşındayken çalan şarkılar çalıyor hala.

Sanırım yemek konusu açılmışken Kıbrıs’a gittiğimde ne kadar kilo aldığımdan bahsetmeme gerek yok. Bildiğiniz göbek yaptım, o incelttiğim belim geri çıktı. Ama değdi! Müthiş yemekler yedim yani otele dair en güzel şeydi yemekler. Sanırım her öğün patates yemem –evet kahvaltılarda da yedim- kilo almada baya etkili oldu. Dünyanın en güzel patatesine sahipler. Ölmeden oradan patates yiyin. Yaşasın Kıbrıs patatesi!

Sevgili annem benim bavulumu hazırlamakta çok ısrar etmişti, plaj terliklerimi unutmuş sonra. Ben de spor ayakkabıyla plaja gitmek zorunda kaldım 2 gün. Sonra ablamla Girne’ye indik bir akşam, yahu ölü bir yer orası! Ne müzik var ne disko ne bir şey. Terlik alacağım açık mağaza bile yok daha saat 8 falan. Anca Nil Karaibrahimgil konseri biletlerini alıp döndük. 25 liraya hem de! İnanılmaz ama gerçek, etkinlik bileti denilen şey ucuz orada!

Ertesi gün (10 Ağustos Çarşamba), gündüz annemle birlikte de gittim, Allah’tan Adidas mağazasında ayağıma uygun bir terlik bulabildim. Camdan ayakkabısını bulmuş külkedisi kadar sevinmiştim o zaman inanır mısınız? Dönerken toplu taşıma kavramları pek gelişmediği için o kazık taksilere binmek zorundaydık gene.(Otelle Girne arası gündüz tarifesinde 24 gece tarifesinde 30 falan yazıyor. –evet hala tarife falan kullanıyorlar-) Neyse, işin komik yanına geleyim biz durağa gittik annemle, orada bir grup erkek muhabbet ediyordu, annem seslendi “Sıra kimde acaba?” diye. Sonra duvar dibinde oturan sarışın taş gibi kıvırcık saçlı dövmeli abla kalkıp “Şu araç, buyurun.” demez mi? Biz annemle birbirimize bir bakış atıp tin tin taksiye bindik. Kızcağız bizi müthiş güzel bir şekilde –eli viteste araba kullanıyor bu arada, erkek gibi tripleri falan- otele götürdü. Baya etkilendim ama öyle böyle değil, valla orada kızlara hayat güzel!

Döndükten sonra o gün fitness salonuna gideyim dedim. Zaten ilk oradaki aynalarda fark ettim göbek yaptığımı. Fitness salonuna giderken geçtiğim koridorlar ise beni benden aldı. Spa merkezinin içindeymiş meğersem. Bildiğiniz şu filmlerdeki gibi mumlarla aydınlatılmış tütsü kokan bir koridorda ilerleyerek gittim salona. Her açık kapının içine baktım, üzerinde kuğu şekline getirilmiş havlular ve çiçeklerle bezenmiş masaj yatakları vardı. Gene içeride de mumlar yanıyor. Ama ben oradan geçerken masaj yaptırmış kadar olmuştum zaten. Bildiğin fitness salonuna değil de, nirvanaya ulaşacakmış gibi hissetmiştim yürürken. Sonra 15 dakika spor yapabildim anca. Çünkü terden ve yorgunluktan yerleri yalıyordum. İçimden “Başlarım böyle işe! Tatile mi geldim, eziyet çekmeye mi” dedim. Bi daha da gitmedim valla. Ama o koridordan bi kaç kez daha geçtim durup dururken =D

Sonraki gün (11 Ağustos Perşembe) babamın doğum günüydü ve ben daha babamla telefonda 1 kez ve 30 saniye falan konulabilmiştim. Zaten vicdanım çok rahatsızdı, gergindim, babamsız tam da adamın doğum gününde tatil yapıyoruz diye. Arayalım arayalım diye tutturuyordum ama annem daha uyanmamış olacağını iddia ederek beni kekliyormuş meğersem. Bir ara ortadan kayboldu işim var odada diye. Anlamadık biz tabii, herhalde tuvalet için gitti falan dedik. Tam ablam sırtıma güneş kremimi sürer iken, annem göründü. Şemsiyelerin altında ise dünyada başka kimseye ait olamayacak bir göbek. İçimden “bu göbek ancak bir kişiye ait olabilir” dedikten sonra “Babaaaaaa!?!?!?!” diye çığlığı bastım. Birden ‘Sinan Çetin ile Film Gibi’deymişizcesine koşmaya başlayarak üzerine atıldım adamcağızın, baya duygu seli oldu orada tabii, herkes bize bakıp iç çekti. Sanki 10 yıldır görmüyor da, babasını yeni bulmuş gibi olmuştu. Ama ne yapayım? Adamın doğum günüydü, gelince ben de heyecanlanmıştım.

Babam geldikten sonra annem onun odasına taşındı ^^ . Ve ben de nazikçe televizyonu bahane ederek ablamı tek kişilik yatağa gönderdim. Ama öyle bir duygu idi ki anlatamam, odada klima açık, ben çift kişilik yatakta tek başıma bir elimde kitabım öbür elimde kumandam koca koca yorganın altında yatıyorum. Valla en çok özleyeceğim durumlardan biri de o. Her şey iyi güzeldi de bi de Brad Pitt, yatağın ucuna ilişmiş bir şekilde bana karpuz yediriyor olsaydı (valla başka niyetim yok sadece karpuz yani) daha iyi olurdu.

Bazen akşamları popomu yaya yaya yatmaya ara verip, annemlerin yanına casinoya indim. Belki bir şeyler yerim içerim diye. Arada tuşlara basmadım da değil hani. Jackpotları az çok çözdüm gibi. Sağ olsun babacığım integral-türev anlatır gibi anlattı bana ‘lines’ları ‘bet’leri. Gerçi integral-türev daha kolaydır ya, neyse. Jeton atılarak oynanan eski tip makineler var. Onlar bana baya gıcıktı. Kaç tane jetonumu yediler alçaklar! Bir tanesinin kolunu bozdum sonra ben de. Neyse ki her zamanki gibi babam devreye girip halletti. Bir de bu casinoda insanlar bir tuhaf. Bildiğin ayaklarını uzatarak oturup, bir eliyle jackpotun tuşuna basarak, diğer eliyle erkeklik organını hoyrat bir biçimde düzelten tipler falan var. Zaten görevli adamları çağırmak için “mucçk mucçk” diye ses çıkardıkları bir ortamdan ne beklersin ki?

Bu öpücük atılan adamlardan birisi ablama Türkçe olarak “Rus musunuz?” diye sormuş bir kere. Gerçekten ben olsam ne yapardım acaba o durumda. Gülsem mi, ağlasam mı?

Nil konseri çok güzeldi. Gördüğüm en modern amfitiyatro da, hayatımdaki en samimi konseri izledim. Nil baya eğlendirdi bizi, zaten şen şakrak bir kız. Bir ara seyirciye karıştı falan. Canım yerim ben onu.

Pazar günü gene Karpaz turuna gittik. Daha önce de gitmiştik. Kıbrıs’ın uç bölgesi. Denizi şahane. Caretta carettalar falan çıkıyorlar. Gerçi bizim gittiğimiz gün dalgalıydı deniz. Başıma neler geldi sormayın. Dalgalar öyle bir çarpıyor ki… Acemi birinin sörf denemeleri yapabileceği kapasite de dalga vardı. Bir ara bikinimin altı açıldı. Allah’tan düştüm de kimse benim koca popomu görmedi. Düşmeseydim baya afişe olmuştum yani öyle böyle değil. Onu da ucuz atlattık neyse ki.

O gece ölü gibi uyuduktan sonra ertesi gün dönüyorduk zaten (15 Ağustos Pazartesi). O gün odayı 1 de boşaltmamız gerekiyordu. Bavulları taşıdım odadan lobiye. Zaten o ara karar verdim bellgirl’lük yapmaya. Baya iyiyim çünkü o işte. Bavulları trafik canavarı gibi sürsem de başarılıyım. Valla para kazandıran bir iş ise yaparım seneye yazın. O sabah waffle kokan son pancakeimi yerken baya kötü hissettim kendimi. Öğlen de son patates püremi yedim. Sonra yan masada ağlayan çocuk gittiğime mutlu olmama neden oldu tekrardan. Saat 5 buçuk gibi havalanına geldik. Dünyanın en berbat havaalanı Ercan sanırım. Geliş-gidiş tarifelerini, “eski msdoslu bilgisayarlara benzeyen tvlere” yazdıkları bir havaalanı. Küçücük bir yer. Buna rağmen Adana’ya gidecek uçağa “6 kez” “son” çağrı yapılan bir adam vardı. Adı da Nezar’dı adamın. Abicim zaten 15 dakikalık yol gideceksin yani geç kalacak ne var. 2 oda bir salon boyutunda bir havaalanı zaten orası.

Çok sevgili İstanbul’umuza döndüğümüz de medeniyete döndüğüm için baya mutlu oldum. Uçak inince gene alkışlayan tipler vardı. Ablama dedim “Şunu niye yaparlar orada ki pilot kim bilir günde kaç defa indiriyor kaldırıyor.” Sonra baya bir güldük lafıma. Yani mecazi anlam bir yana, haklıyım.


Son diyeceğim, eğer bir arkadaş grubunuz yoksa ve kumar sevmiyorsanız gitmeyin Kıbrıs’a. Sıkıcı bir yer. Ben de bir daha gitmeyeceğim zaten. Otobüs yolculuğuna hasret kaldım baya. İçimde ukde oldu hatta. Seneye mutlaka yapacağım. Uçak iyi güzelde, çabuk bitiyor. Ben hevesimi alamıyorum. Belki interraila gitmek kısmet olur da onu anlatırım, olmaz mı?

31 Aralık 2011

Şimdihepberaberyazımhatasıyapıyoruz

Bu yazıya başlarken söylemek isterim ki, bu yazı kimseyi aşağılama amaçlı yazılmıyor. Ben de en az bu insanlar kadar hatalıyım. Ya da… Düşündüm de, o kadar da değil galiba. Neyse, kimseye kızmayacağım. Biraz şaşırıp gülelim istedim.

Bugünün konusu yazı hataları olsun istedim. Genelde en büyük tartışma konularındandır 'bir yazar olmak için doğru yazmayı bilmek gerekir mi' sorusu. Cevap net! Evet, gerekir. O yüzden ben her kitabı olana yazar demem. Kitaplarda bazen öyle hatalar oluyor ki editörlerin ya da çevirmenlerin gözünden kaçan... Bakmayın baskı hatası olabilir diye düşünüyorsunuz ama hep öyle değil. İnsan hissediyor okurken. Bir keresinde sosyal medyada çok meşhur bir blog yazarının “Yazarın imla ya da doğru yazımı bilmesi şart değil, o editörlerin işi, o işten para alıyorlar, işi değil mi düzeltecek,” dediğine şahit olmuştum. Hala aklıma geldikçe köpürüyorum. Editör bence bundan daha önemli bir göreve sahip. Yazarın yazdıklarının üstünden geçtiği doğru. Ama bu, yazara kafasına göre teleley yazma hakkı vermez. Kitabın konusuna göre şöyle yorum yapanlar da var; “Bu romanı yazmış adama siz yazar mı diyorsunuz şimdi, resmen yazdıkları saçmalık!” Bu bir sebep değildir! Bir kitabın konusu ne olursa olsun, kim yazmış olursa olsun o kitap asla saçmalık olamaz. Hiçbir kitabı okumak zaman kaybı değildir!

Hikayelerin yazıldığı birçok foruma üyeyim. Hem Tumblr'da hem de Blogspot'ta hesabım var gördüğünüz gibi. Çok blog yazarı gördüm o yüzden. Yediden yetmişe insanlar.  Ve neler neler okudum, nasıl güldüm bilemezsiniz...

“Sıhhatler olsun”a “saatler olsun” yazanı gördüm!

“Serenat” yerine “reverans” yazanı gördüm!

“İntihar” yerine “intaar” yazanı gördüm!

“Plan” yerine “pilan” yazanı gördüm! (Ki kişi bunu yazdığı hikayenin sonunda bu senaryomu bilmemkime yollamayı !pilanlıyorum!, yayınlanırsa bla bla bla yazmış. Offf of!)

“Bluz” yerine “buluz” yazanı gördüm! (O da inatla yazıyordu.)

 “Mahvetmek” yerine “maf etmek” yazanı gördüm!

En çok sinir olduğum; “Direkt” yerine “direk” yazanları çok görüyorum hala da devam edeceğim sanırım

Büyük-küçük harf sorunu da başka bir şey tabii. Neredeyse cümleye küçük harfle başlamayı adet edinmiş insanlar var.

Bu liste böyle gider. Daha neler var, şimdi aklıma gelmiyor, çok gülüyorum bir bilseniz. Gülerken üzülüyorum aslında, hani gençler saçmalıyor, ama otuzunu aşmış insanları bunu yaparken gerçekten (izleyiniz) diyorum, başka da bir şey demiyorum.

Aslında insanlar yazıları Word'de yazsalar, Word kendisi düzeltiyor. Ya da bir kelimeyi bilmiyorsanız TDK’nın sitesi var, imla kılavuzu var. Bakıp öğrenebilirsiniz.

Ben seslendirme kursuna kaydolduğumda, diksiyon hocam sınıfa ilk girdiğinde “Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil değildir,” demişti. Aslında bunu kastediyordu. “Ben oradan direkt size geleceğim,” derken “Ben ordan direk size gelicem,” dediğimiz için öyle yazıyoruz. Öyle yazılıyor sanıyoruz ya da.

Anlatım bozukluğu konusuna pek değinmedim. Benim üç cümlemden biri hatalıdır o konuda. Yazının başında demiştim zaten ben de mükemmel değilim diye. Ama insanlar “, ; . ! :’” falan kullanmaya hiç alışmadığı için, bazı cümleleri otuz kere okumak zorunda kalıyorum. “Acaba yazar burada virgülü nereye koymak istemiş?” diye düşünüyorum. Onu da abartan çok anlayacağınız.

“Ya da” diye de bir gerçek var! Yada yada yada . Bunu böyle yazmaya hastalar, hasta! De da’ları ki’leri hiç söylemiyorum, onlar benim de hala sorunum =) Elimden geldiğince düzeltmeye çalışıyorum, çünkü bunun baskısını yapan bir arkadaşım var sağ olsun, hiç aksatmaz beni azarlamayı.

Yabancı hayranlığı da pek hoş değil. Seks kelimesini seks şeklinde yazan daha bir insan görmedim ben. Maksimumu da, maksimum diye yazanı da görmedim. Görmüş de olabilirim, sallamayayım şimdi.

Günlük hayatta bu dediklerim dikkat edilebilecek gibi değil. Ama en azından yazar olan, daha doğrusu olmak isteyen kişiler, yazdıkları metinlerde, zaman kipi, yabancı dilden Türkçeleşmiş kelimeler, özel isim, cümle başında ilk harfin büyük olması gibi şeylere dikkat edebilirler. Eğer, bir yazar adayı ya da yazar buna dikkat etmiyorsa, okur ne yapsın? Adam kafasına göre yazar her yerde. Chatlaq da yazar jnms da yazar yha da yazar yani, hakkıdır.

18 Aralık 2011

Kuzum, N'apıyorsunuz Siz Allah Aşkına?

Bu konunun çok lafı geçiyor, ben de ne zaman bu konu hakkında konuşmak zorunda kalsam, bi 500 kere sinir krizi geçiriyorum. Artık yazıya döksem iyi olur bu durumu dedim. Şimdi… konu her zamanki gibi normal olmayan aşk hayatları. Daha doğrusu benim aşk olduğunu düşünmediğim davranışlar silsilesi.

Ne kadar “Nuriye” “Huriye” ablalarım ‘Başına gelince seni de göreceğiz, neler neler yapacaksın’ dese de, ben ASLA (büyük konuşuyorum, baya baya caps locku açtım) sevgilim bana “Bana bak!!!! O herifle starbaksa falan gidersen ağzına sıçarım senin” derse, gitmeyeceğimi düşünmüyorum! Giderim abi, seke seke, ceylan gibi giderim.

Bu ciddi bir durum sevgili arkadaşlarım! Böyle bir dünya var, evet! Ne kadar birçoğunuz bilmeseniz de –ki birçoğunuz da gayet iyi biliyorsunuz(!) canım salaklarım benim- insanlar sevgili oldukları şahısları, genelde günlük hayatın aktiviteleri başta olmak üzere, birçok şeyden kısıtlıyorlar! Ben bunu ilk lisedeki sıra arkadaşımdan gördüm. Hem de bugüne kadar gördüğüm en ağır vaka idi kendisi. Sevgilisinin ondan habersiz nefes almasına bile izin vermezdi. Ama uzun ilişki adamıdır. Nasıl oluyor ben de bilmiyorum. Gerçi o zamanlar daha yaş 15-16-17. Yani işler ne kadar ciddiye binerse…

Benim çekemediğim şey bunu şu an yapanlar! Yaşını başını almış, üniversiteden mezun olmuş ya da olmasına 1-2 sene kalmış insanlar… Sen biriyle berabersin, bu kişiye günde 1500 kez seni seviyorum diyorsun, ona güvendiğini, onu özlediğini falan söylüyorsun. Gerçi telefon elinde her dakika çıtır çıtır mesajlaşırken, her saat başı arayıp 45 dakika konuşup neyi özlüyorsun, onu da bilmiyorum ama… Onu görmeyi, kokusunu içine çekmeyi falan özlüyorsun diye düşünüyorum? Herhalde ‘özler iken’ ‘biraz da şunun ağzına sıçayım da öyle kafasına göre benden habersiz işler karıştırmasın, ne de olsa ben burada onu özleyerek bütün vaktimi harcıyorum” diyorsun. Sonra sen onun ağzına sıçarken o da seninkine sıçıyor. Noldu? Özlüyorduk biz, koku falan diyorduk?

Karşındaki kişiye günün tüm rutinlerini kendinle beraber yaptırdıktan sonra (sabah kalk aynı anda diş fırçala yüz yıka kahvaltı et, aynı anda giyin okula/işe git, aynı anda çık öğlen yemeği ye, akşamüstü eve dön, aynı dizileri izlettir, mümkün olduğunca internet aracılığı ile muhabbeti devam ettir, o sırada başkaları ile konuşursa azarla falan, sonra aynı anda yatağa gir, aynı anda uyu, eğer senden önce uyursa bi ağzına sıçma mesajı daha at vs vs….) nasıl bir huzur oluşur insanda? Yani “Ay evet canım ya ben ne dersem yapıyor beni çok seviyor eheheheh, ben de onun her dediğini yapıyorum çok seviyoruz birbirimizi, sürekli sevişiyoruz” mu diyorsun kendi kendine? Yok, valla anlayamıyorum ben aşk bunun neresinde? Bu bambaşka bir şey! İnsan âşık olduğu kişiye biraz özgürlük hakkı tanır, onu sevdiğini; onun fikirlerine, davranışlarına, kişiliğine saygı duyarak gösterir. Tamam, gidip seni aldatmasına izin ver de demiyorum tabii ama her an her dakika sanki başka biriyle sevişecekmiş ya da öpüşecekmiş gibi davranmaya da gerek yok. Bir de klişe bir laf vardır. Şu cümlemi okuyunca hepinizin aklına geldi. Biliyorum. “Ben sana değil, dışarıya güvenmiyorum hayatım.” Oğlum o lafı bana annemle babam diyor yahu. Sen kimsin ki dışarıya güvenmiyorsun? Bal gibi bana güvenmiyorsun şunun şurasında 3 gündür tanıdığın insanım...


Siz siz olun akılanın diyeceğim de, demiyorum, ne haliniz varsa görün. Ben de sırf bu yüzden büyük aşk acıları çekeceksem razıyım lan.

11 Aralık 2011

Kız Gibi Olamamak

Çok fazla aşk romanı okumamdan şikayet eden o kadar insan var ki etrafımda! Özellikle annem. Ama ben romantik komedi okumazsam, izlemezsem cidden kendimi iyice erkek gibi hissetmeye başlıyorum. Giyimim öyle, tavırlarım öyle. Hele hele konuşurken “abi ya” “oğlum hadi be” gibi sözler kullanmam, benim kişilik yapımdaki ciddi bir sorun haline geldi. FPS oyunların bağımlısıyım, Gözde ve Sercan sağ olsun bu sene futbola olan ilgim tavan yaptı. Yemek konusuna hiç girmeyelim. “Kız gibi nazik yemek yeme” durumu bende hiç yok çünkü.  Böyle kaşığı alırım, Kuzey Güney’deki Kıvanç Tatlıtuğ gibi tutup yerim yemeği. İnşaat mühendisliği, uçak mühendisliği gibi mesleklere yönelme de var. Yani bilmiyorum işte, bunun sonu hiç iyi değil. Küçükken erkek arkadaşlarım daha fazlaydı, beraber aksiyon, savaş filmlerine falan giderdik. Erkek gibi giyinme o zaman daha fazlaydı bir de. Allah'tan makyaj merakı vardı bende oldum olası, biraz kız gibi görünebiliyordum. Şimdi makyaj merakı gidiyor ama kıyafette biraz bir düzelme var. Tabii o da biraz ne yazık ki.

Aslında böyle olsun istemiyorum. Sırf bu durum yüzünden, şimdi erkeklerle olan iletişimimde kısa devre oluyor. Sonra ben o teknik arızayı gidermeye çalışırken bi bakıyorum hooop çocuk benle “arkadaş” oluvermiş bile. Hadi senle Guitar Hero’ya gidelim, yok şunu yapalım bunu yapalım Jason Statham’ın yeni filmi gelmiş ona gidelim. Ben de uzaktan baktığımla kalıyorum. Kendimi dışarıdan inceliyorum. “Oğlum ben çocuğun yerinde olsam, ben de kendimle hayatta çıkmazdım. Gay gibi hissetmeme sebep olurdu” (Oraya dikkat! Kendime bile “oğlum” diye hitap ediyorum) diyorum içimden.

Sonra da çocuk başkası ile çıkınca kıza bakıyorum, zaten taş gibi bir vücutla hayata benden 1-0 önde başlamış, Allah bilir vıcık vıcık kız tavırları da vardır, çocuğun aklını çelmiştir diyorum. Aslında başkasına kızmaya hiç gerek yok. Sorun bende! Her seferinde kendime söz veriyorum, bu sefer gözlerimi kaçırmayacağım, azıcık işve cilve yapacağım diye, sonra yok! Kabuğuma çekiliyorum gene. Hâlbuki çevremden azıcık ders alsam, böyle gözlerimi yavru kedi gibi açıp “N’olur beni sev, benimle ilgilen” bakışı atsam, “Biliyor musun, çok hoş çocuksun” falan desem yavşakça ağzımı gere gere, tamam yani oldu bu iş!

Bir keresinde bir çocuğu tavlayacağım diye bir kızla yarışmıştım. Hatta 2 keresinde de diyebiliriz. Sonuç her seferinde belli! Game Over! You lost! İki kız da çocuklarla sevgili oldular, ben gene yolunmuş g*t kılı gibi ortada kaldım. Sonra bunlar çıktılar falan filan, anlaşamadıklarından tez zamanda ayrıldılar. Hayır, işte anlamıyorum yani benle çıksaydın, belki ayrılmayacaktın, hayatının en güzel zamanlarını yaşayacaktın, belki çok eğlenceli biriyim, güzel espriler yapıyorum, muhabbet edecek güzel konularım oluyor. Ne de olsa erkek ıvır zıvırlarından anlıyorum. Geniş bir genel kültürüm var erkek ilgi alanları konusunda.

Düşük bi ihtimal de olsa belki o ateş parçasından daha iyi öpüşüyorum, sırnaşıyorum, oynaşıyorum falan? Mükemmel vücuda sahip olmayabilirim ama benim de yeteneklerim olabilir! Bir dene, bir bak, gör bu kız nedir ne değildir!

Ama yok abi! Bildiğim tek şey artık bu durumdan kurtulmak için çabalamayacağım, ne olacaksa olsun. “Evde kalacağım” “ben evlenemeyeceğim” diye de şikayet de etmeyeceğim. Bekar mı öleceğim? Tamam, öyle olsun! Hiçbir erkek ciddi ciddi benimle bir şey düşünmeyecek mi? Peki düşünmesinler! Ne halleri varsa görsünler. Ben de o süslü elbiseleri, rahatsız topukluları giymek zorunda olmayacağım! Sürekli fazla kilolarımı dert etmek zorunda kalmayacağım.(Ki onlar şu an başlı başına bir dertte, neyse) Şortumu, spor ayakkabılarımı ve Süpermen tişörtümü giyip aşk romanı okuyacağım! Sonra da kitaptaki erkek karaktere bakarak, “benim asla bir sevgilim olmayacak” diye hayıflanacağım.

İşte tam o hayıflanma anında fantastik, bilim-kurgu reyonuna gidip bir ejderha kitabı alacağım, sonuçta onlar da benim ilgi alanım, bünyeme de iyi geliyor. Sonra tekrar fark edeceğim ki üzerimde erkeksi kıyafetlerle savaş kitabı okuyorum ve saçlarım tepeden sıkı sıkı bağlanmış. Annem diyecek “Kızım ne bu halin git başka bir şey giy, aaaaa!!!” Ben moral bozukluğu ile aynaya bakacağım ve kendi kendime “Napıyorsun Sezgiciğim, güzelim, bebitom, kendine gel!” diyeceğim.


Gene başa dönmüş olacağız. =)

23 Kasım 2011

Önyargı, Yanlış Negatif Eleştiri ve Yanlış Nefret

Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur. (Albert Einstein)


Yazıya bilerek bu klasik ve bilinen söz ile başlamak istedim. Günümüzde insanlar kendilerince haklı sebepler üreterek, bir şeylere karşı önyargılı olma konusunda çok hevesliler. Başarılılar da!!! Sanırım bu asla engellenemeyecek bir şey. İnsanoğlu, kendisinin ilk bakışta ya da ilk duyuşta beğenmediği şeyleri, kendilerince kafalarında onu aşağılayacak nedenler üretmek suretiyle dışarıya kötülemeleri yaygın bir olgu. İşte! Yanlış negatif eleştiri de tam bu önyargı sayesinde ortaya çıkıyor. Haliyle kişide yanlış nefretin belirtileri kendini gösteriyor…

Misal, Brad Pitt başarılı bulmadığınız bir oyuncu. Toplumu ele alarak konuşuyorum, çünkü bu kişi toplumda genelde sevilen bir insan. Brad Pitt’in sinemaya yeni bir filmi gelmiş. Daha konusunu bile okumadan es geçiyorsunuz film tanıtımını… Sonra bir arkadaşınız “Ya Brad Pitt’in yeni filmi gelmiş gördün mü?” diyor. Sizde o kibirli ve kendinden emin surat ifadenizle “Ay evet gördüm hiç sevmem o herifi, filmden de hayır gelmez!” diyorsunuz. Ardından arkadaşınız bombayı patlatıyor. “Ama senin sevdiğin konulardan biri, 2. Dünya Savaşı ile ilgili. Bayılırsın sen bu tarz şeylere.” Diyor ve siz şöyle 5-6 saniyelik düşünme haline geçiyorsunuz. Aynı kibirli surat ifadesi yüzünüzde, ama kendinden eminlik bir yok olmuş sanki??? İnsanoğlu o kadar nankör, bencil ve kendinden emin ki, “Yok ya Brad Pitt varsa cidden kötüdür o film. O heriften hayır gelmez” diyerek önyargının, negatif eleştirinin ve nefretin cevizini kırmış oluyor.(sansürden dolayı artık cinsel ve küfürlü tamlamaları kullanmak yerine; ceviz kırmak, mercimeği fırına vermek, ortamın klozetine büyük abdestini yapmak gibi tamlamalar kullanacağım sanırım.)

Bu benim verdiğim örnek çok basit bir şekilde başlıktaki 3 yargımın aktarılma durumuydu. Bir de; bir kişinin sevdiği, ama çevresinin saygıdan nasibini almamış bir şekilde, kavgaya girişircesine aşağıladığı şeyler oluyor. Öyle durumlarda nasıl sinirleniyorum, nasıl sinirleniyorum bilemezsiniz… Ya arkadaşım, ben beğenmişim! Sense sadece oradan buradan duyduklarınla, daha konuyu bilmeden benim sevdiğim, saygı duyduğum bir şeyi neden bana kötüleyerek, benim o şeyden nefret etmemi sağlamaya çalışıyorsun? Ben senin görüşlerine katılmak zorunda mıyım? Bi bas git allasen ya sinirlendiriyorsun beni küfür de edemiyorum zaten >_<  %&.,,%**£:;&5$!!!!!

Geçenlerde tivitırda, bu aralar medyada, toplumda ve genelde genç bayanlar arasında çok popüler olmuş bir kitap hakkında, 20 küsur yaşlarında, temel olarak aklı futbola ve yemek yemeye çalışan bir erkek, kitabın yazarına o****u demiş. Bir de ben bunu burada en sade şekli ile size aktarıyorum, 140 karakterin hepsini okusanız… Neyse. Evet sakinim. Huh. Evet. Şimdi inanamayacağınız bir şey söylüyorum, kitabı ben de okumadım. Kabaca, kitapta anlatılanlar hakkında fikirlerim var, muhtemelen o “önyargı torbası” olan insan parçasının da benim gibi az buz fikirleri var, gerçi o da olmayabilir. Kitabı eline almamışsın, arkasını okumamışsın, hadi konusuna dayanarak senin tarzın olmadığı kanısında vardık. İyi de neden yazara öyle bir küfür ediyorsun? Aklından zorun mu var? Var belli ki, yani bu yazarın anlattıkları gerçek hayat, her 2 insandan biri böyle bir hayat yaşıyor. O zaman her iki insandan biri o****u abi!

Bazen bu durumu, sadece toplumun %90'ının beğendiği bir olayı, sırf çoğunluk beğeniyor diye negatif eleştiri yapma ihtiyacı olarak görüyorum. Aykırı olma çabası yani. Öyle olunca daha entel daha matah bir insan oluyorsunuz ya! Keşke toplumdan farklı olma çabasına girmeden önce insanların görüşlerine, fikirlerine saygı duyma çabasına girişsen. Baktın, araştırdın ve kendine uygun bulmadın mı? O zaman adam gibi yap negatif eleştirini. “Ben bunu böyle sevmedim, aslında şu şekilde olsa daha hoşuma giderdi. Ya da konusu bu olsa benim ilgimi çekerdi ama çekmiyor. Bu yüzden itici buluyorum” demek çok mu zor?

Yok olmaz! İnadına sert çıkacaksın, kendi fikirlerini beyan etmektense, karşı tarafı klozet gibi kullanıp içine edeceksin! İşte tam bu sahnede önyargıdan kurtulup, yanlış negatif eleştiriyi ve yanlış nefreti bırakmanızı istemek zorundayım! Araştırın, bakın, bir şeyi sırf toplum seviyor diye nefret etmeyin! Ya da bir şeyi sırf toplum seviyor diye de sevmeyin! Yanlış ve kırıcı olmayın. Ben o yazara o küfürün kullanılmasına sinirlenmişsem kim bilir yazarın kendisi görse ne kadar kızar ne kadar üzülür. Sadece biraz daha dikkat, sadece biraz daha saygı. Bilmeden konuşmayın, yeter yani.